Üçkağıtçı Necip Fazıl; Hiç Böyle Bilmezdiniz…

Bilindiği gibi Necip Fazıl Kısakürek (NFK)  1940’lardan itibaren “İslamcı-milliyetçi-muhafazakâr” kuşakların ideolojik biçimlenmelerinde çok önemli rolü oynadı, dahası Türkiye’yi şu anda NFK şiirlerinin, yazılarının, ideolojisinin rahle-i tedrisinden geçen kadrolar yönetiyor.

Çemberlitaş’ta dünyaya merhaba

Hayata gözlerini, başı gövdesinden büyük bir çocuk olarak 26 Mayıs 1904 günü Çemberlitaş’ta dört katlı bir konakta açan Ahmet Necip (asıl adı buydu) varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Hariciye nazırlığına kadar yükselmiş bir paşanın damadı olan dedesi Maraşlı Kısakürekzade Hilmi Bey, Mecelle yazarları arasında yer almış, fakat aynı zamanda Fransız kültürüyle de beslenmiş, Légion d’Honneur nişanı sahibi bir hukukçuydu. Babaannesi Zafer Hanım Halep valiliği, Hariciye Nezareti müsteşarlığı ve Zaptiye Nazırlığı yapmış olan Salim Paşa’nın kızıydı. Babası hukukçu Fazıl Bey ailenin tek erkek evladıydı. Fazıl Bey küçük yaşta Mediha Hanım ile evlendirilmiş, Hukuk Fakültesi’ni oğlu Necip doğduktan sonra bitirmişti.

İleriki yıllarda halalardan, dayılardan ve onlardan oluşan geniş bir aileden bahseden ve özellikle ümmi ve dinine düşkün, Kuran okumakla ve tefekkürle zamanını geçiren anne annesinden (adını vermeden) söz eden Necip Fazıl yıllar sonra “Muhasebe” şiirinde ailesini şu dizelerle yargılayacaktı: “…/Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!/Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,/Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,/Alt kat: Kızkardeşimin “Tamtam”da çığlıkları./Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim/Buyurun ve maktaından seyredin, işte evim!/bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!/Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…”

O okul senin, bu okul benim

Necip’in çocukluğu hastalıklar ve yaramazlıklar ile geçti. Oğlundan umduğunu bulamamış dedesi tarafından çok şımartılarak büyütülen küçük Necip eğitimine mahalle mektebinde başladı, 1912’de Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Okulu’na geçmişti. “Tadsız ve haşin” bulduğu bu okuldan bir müddet sonra ayrıldı ve Amerikan Koleji’ne devam etti. Bu okulu sevdi ancak haylazlık yüzünden kovuldu. Ardından Büyükdere’de Emin Efendi Mahalle Mektebi’ne geçti ama orada da kalmadı. Sırasıyla İstanbul Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi ve Vaniköy’deki Rehber-i İttihat Okulu’na devam etti. Kız kardeşi Sema’nın 5 yaşında ölümü üzerine annesi vereme yakalanıp, aile Heybeliada’ya göçünce Heybeliada Bahriye Okulu’na girdi. Ahmet Necip olan adının Necip Fazıl olması bu okulda oldu.

Şair olma isteği annesinin ölüm döşeğindeki dileğidir. Kendisinden dinleyelim:

“Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:

-Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:

-Şair olacağım!

Ve oldum.”

Hasta yatağındaki annesinin “senin şair olmanı ne kadar isterdim” demesi de bu dönemde oldu. Militarizm ve orduya sevgi duymasında bu okulda aldığı üç harp sınıfı etken oldu.

Batı kültürüyle hemhal oluş

İleriki yıllarda, Nazım Hikmet’ten iki yıl sonra girdiği ve Yahya Kemal, Aksekili Ahmet Hamdi, Hamdullah Suphi, İbrahim Akşî gibi hocalardan ders aldığı bu okuldan söz ederken “Ne oldumsa bu mektepte oldum!” diyecek ama müdürünü de “Batı delisi” diye eleştirmekten geri durmayacaktı. Halbuki (kaynakçada makalesini bulacağınız) Taner Timur’un otobiyografilerinden özetlediği gibi “okumaya Michel Zevaco ve Alexandre Dumas ile başlamış; Amerikan Kolejinde öğrendiği İngilizceyi ilerlettikten sonra Lord Byron, Oscar Wilde, hatta Shakespeare’i asıllarından okumuş; roman denilince de Paul ile Virginie’yi, Graziella’yı, Marcel Proust’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anmıştı. Puccini müziği, Max Linder filimleri ve babasıyla Tepebaşı Tiyatro’sunda seyrettiği ve ‘tek seyredişte adeta ezberledim’ dediği Çardaş Fürstin opereti de anıları arasındaydı.” Kısacası ilk gençliğinde ve birazdan göreceğimiz gibi ileriki yıllarda Batı kültürü ile arası gayet iyiydi.

Bir yıl geçmemişti ki, bu hicap duyulacak hayat Ankara’nın da kulağına gitti ve kendisini Türkiye’ye çağırmak için Milli Eğitim Bakanlığı Paris’e bir müfettiş yolladı. NFK, Babıali adlı kitabında anlattığına göre, Zeki Mesut adlı müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete dönüş parasını da kumar masasında kaybetti.

Entelektüel çevreye giriş

Felsefeci olarak değil iyice azıtmış bir kumar tutkunu olarak Türkiye’ye döndükten sonra önce Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başladı. Ardından Osmanlı Bankası’nın Ceyhan, İstanbul ve Giresun şubelerinde çalıştı. İlk şiir kitabı Örümcek 1925’te yayımlandı. Yine bu dönemde aralarında Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili, Peyami Sefa, Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Elif Naci, İbrahim Çallı’nın da olduğu entelektüeller grubuna katıldı.

‘Beyza Hanım’la tanışma

Bu yıllarda devlet katında çok saygı gördü, piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelendi. Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı bu yıllarda (1928) yayımlandı. Kumar, içki ve kadına ‘Beyza Hanım’ diye kodlanan kokainin katılması da bu yıllarda oldu. NFK ‘beyza’yı tatmadığını iddia etti ama Babıalı kitabında onu içenler kadar güzel anlattı: “Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain (…) Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz (…) Burnunda ve yanak adalelerinde hafif bir donma hissi ve peşinde dipsiz bir huzur, sulhçu mizaç ve her şeyi bağışlama, oluruna bırakma zevki (…) Bu bir hal; lafla anlatılamaz. Bir kere, iki kere çekmekle de anlaşılamaz; devam etmek ve onunla ünsiyet kazanmak lazım…”

Rejimle sıkı fıkı olma

Bu arada CHP iktidarı ile arasını iyice düzelten Necip Fazıl 1929’de İş Bankası Ankara Şubesi’nde muhasebe memuru olarak göreve başladı, askerliğini yaptı, ardından Trabzon, İstanbul ve Edirne Şubelerinde muhasebecilik yaptı.

Bu dostane ilişkinin nişanesi olarak Aralık 1930’da meydana gelen Menemen Olayı’ndan sonra Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı ve 5 Ocak 1931 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanan konuşmasında şöyle dedi: “…Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğerzayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin… Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar…”

1932’de yazdığı “Bir Hikâye Birkaç Tahlil” adlı hikayesinde rejimin terminolojsi ile “softa kimdir?” sorusuna şöyle cevap verdi: “…Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (…) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır.”

Seyyid Arvasi ile tanışma

İlk şiirlerinin yayınlanmasının ardından edebiyat dünyasında başarı ve ün yakalayan Fazıl’ın hayatında iki farklı dönem, iki farklı cihet vardır. Şöhreti henüz yolun başındayken gören şair, kendi içinde felsefi bir arayışa bürünür. Bu arayış onun hayatında yeni bir dönemin kapılarını aralayacaktır. Bu dönemi kendisi şöyle anlatır:

Hayatımda öyle bir gün doğdu ki, kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyun bağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beş taştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.

Maddeye, dünyaya, boheme bağlı hayatı 1934 yılı itibariyle manevi bir değişime girer. Beyoğlu Ağa Camii’nde görev alan Vanlı Seyyid Abdülhakim Arvasî ile tanışması bu hayatın başlangıcı olur. Üstün ahlak felsefesinin hüküm sürdüğü tüm eserler bu dönemden sonra yazılır.
Arvasi ile evinde yapılan sohbeti “buhran gecesi” olarak adlandırdı. O gün Arvasi kendisine “keşke bu kadar zeki olmasaydın!” demişti. Bu iltifat, çocukluğundan beri kendisini çok özel, çok zeki, çok farklı biri olarak gören Necip Fazıl’a muhtemelen çok iyi gelmişti. Arvasi’nin etkisini ise “Mürşid” şiirinde şöyle anlattı: “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;/Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” Bu öyle bir ilişkiydi ki, Kafakağıdı kitabında dediği gibi, Necip Fazıl “Köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!” diye yalvaracak ama eserlerinde Arvasi’ye çok az referans verecekti. Arvasi ile ölümüne (1943) kadar yoğun ilişki içinde olan Necip Fazıl’ın, bugün müritlerinin tekrarlamayı pek sevdikleri gibi “geçmişini bürüp çöpe atması”na daha çok vardı. O büyük temel çivisinin üzerine yeni bir binanın inşa edilmesi çok uzun sürecek, NFK hem CHP ile ilişkisine hem de içkili, kadınlı, kumarlı bohem hayatını uzunca sürdürecekti.

Arvasi ile tanıştıktan sonra Fransa’da kumarhanelerden çıkmayan genç gider yerine dinine bağlı, şeriatçı bir yazar gelir.  Arvasi’nin hayatını nasıl değiştirdiğini şu mısralarla dile getirmiştir:
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” (Kaynak: Mustafa Fırat Gül – Necip Fazıl ve tiyatro Kömen Yayınlariı, 2010 s.39)

Partiden alınan paralar

Aslında Necip Fazıl’ın hayatında Arvasi’nin dönüm noktası olduğu kocaman bir yalandır. Necip Fazıl, hayatının sonuna kadar kumara olan bağımlılığını bırakamamış, Demokrat parti döneminde kumar borcundan dolayı Menderes’ten defalarca borç istemiştir. Yassıada duruşmalarında açıklandığına göre 1950 – 1960 yılları arasında Necip Fazıl’a örtülü ödenekten 147.500 TL ödenmiştir (Kaynak: Emine Gürsoy Naskali- Örtülü Ödenek Davası Kitabevi Yayınları, 2005 s.76)

Necip Fazıl 1935’te İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna alındı ama bir süre sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık. Gerisini Kafakağıdı’ndan okuyalım: [“Hemen Ankara… Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la karşı karşıya:- Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin!..- Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.”

Celâl Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu:- Tekrar bankaya girmek ister misin?- Onun için geldim.” Bir telefonla iş halloldu, kendisine, İş Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro bulundu.

1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdi. Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve “Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilân karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz…” dedi. Celal Bey kendisine hak verdi ve şairimize 1.600 lira takdim etti. Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu. NFK devletten para almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı.

Necip Fazıl’ın özel hayatındaki büyük değişim, siyasi düşüncelerine de yansımıştır. Atatürk döneminde Atatürkçü, İnönü döneminde İnönü düşmanı, Menderes döneminde ‘’kalemimi sizin için kullanmaya hazırım’’ diyecek kadar Menderesçi, 1970 li yıllarda ise İslamcılarla ülkücüler arasında gidip gelen bir siyasi hayatı olmuştur.

Necip Fazıl’daki ideolojik değişim, yazıları kronolojik olarak incelendiğinde daha net anlaşılmaktadır. Örneğin Atatürk’ün öldüğü gün Necip Fazıl şu cümleleri yazmıştır:
“Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan birçok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü
… Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir  ihtirama  sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıta’larla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır (Kaynak: Son Telgraf 25 Kasım 1938)

26 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesine ise şu coşkulu cümleleri yazdı:
“(…) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer (…) Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti… (…) İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi (…) Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti…”

İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün ölümü üzerine yazdığı bu güzel satırların ödülü, Atatürk’ün ölümü üzerine kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel tarafından Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu.

Atatürk’ün ölümü sonrasında en koyu Kemalist’ten daha fazla Atatürk’ü öven Necip Fazıl, İnönü döneminde ise koyu bir İnönü düşmanı olmuştur. Özellikle 1943 sonrası yazılarında İnönü’yü ve CHP’yi din düşmanlığıyla suçlayan Necip Fazıl, Cumhuriyet’i ise batı hayranlığıyla itham ederek bir zamanlar eleştirdiği gericilerle aynı dili kullanmıştır.
“Meşrutiyetten Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’ten ikinci dünya harbine gelinceye kadar süren üç merhale, ufak tefek kemiyet farklarıyla, hesapsız ve kitapsız batıya hayranlık, dünyayı ve nefsini müşahede altına almamak hastalığının yekpareleştiği bir bütündür. Ve işte şimdi bu hengâmenin fikri ve ahlâki buhran hengâmesinin ta merkezindeyiz. Ahlaken iflas buhranlarının en korkuncunu geçirmekteyiz. Türk inkılâbı bir ahlâk telakkisi ve bir ahlâk yasası getirmedi. Ahlâkın kaynağı dindir. Bizim ahlâkımız da Müslümanlık ahlâkıdır ve olması lâzımdır. Zaten topyekûn bütün cemiyeti ana çizgilerini İslam ahlâkının potasında eriyerek almıştır. Dünyanın en tezatsız ahlâkı İslam ahlâkıdır. Ne olmuşsak İslam ahlâkı yüzü suyu hürmetine olduk. Biricik ve olabilecek ahlâk kaynağımız İslam ahlâkıdır (Kaynak: Alaattin Karaca – Necip Fazıl Adnan Menderes ilișkisi: mektuplarla ve belgelerle Lotus Yayınevi, 2009 s.13)

Necip Fazıl’ın İnönü düşmanlığı zaman zaman çok çirkin boyutlara ulaşmıştır. Örneğin Büyük Doğu dergisinin 13 Aralık 1946 tarihli sayısının kapağında İnönü’nün işitme engeliyle alay eden kocaman bir kulak fotoğrafı yayınlanmıştır. Kendisine dindar diyen bir kişinin bir insanın engeliyle alay etmesi ise ayrı bir çelişkidir


Necip Fazıl’daki bu ideolojik değişimin nedenini bazıları İnönü dönemindeki icraatlara bağlasa da bu yorum hem zorlamadır hem de tarihi gerçeklerle alakası yoktur. Çünkü Necip Fazıl’ın karşı çıktığı sadece İnönü değildir. Atatürk’e de çok çirkin ithamlarda bulunmuş, tarihi gerçeklerle bağdaşmayan iftiralar atmıştır.

Atatürk’e saldırdığı yazılarından biri 1950 yılında Büyük Doğu dergisinde kaleme aldığı yazıdır. Bu yazısında Necip Fazıl, bir zamanlar göklere çıkardığı Atatürk’ü yerden yere vurmuş, din düşmanlığıyla suçlamıştır. İşte Necip Fazıl’a göre Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk 15 yılı:
‘’Bütün icraatı, baştanbaşa en keskin din ve şeriat düşmanlığını billûrlaştıran Birinci Cumhur Reisinin bu mevzuda izhar edilmiş (net) ve (ideolojik) sözleri ve görüşleri büyük bir yekûn teşkil etmediği ve bilinmediği için, icraatı sözden daha büyük bir fikir tecellisi diye alacak herhangi bir irfan zümresinin de eksikliği yüzünden, Birinci Cumhur Reisi hakkında «Canım, İslamiyet’e ne yaptı? Allaha ve Peygambere inanmadığı nereden malûm?» gibi bir demagocyaya muhatap bulunabilmektedir.
 Şimdi bizim yapacağımız, din ve imanı yok etmek için 15 yıllık icraatı dağ gibi yükselen ve bütün bir lisan-ı hal ile her şeyi söyleyen Birinci Cumhur Reisinin bu icraata esas teşkil edici kanaat ve sözlerini, üzerinde münakaşa edilmez şekilde vesikalara bağlamak ve onun bu cephesini artık inhiraf kabul etmez bir vuzuhla tespit etmektir. Böylece, dine en küçük bir temayül ve sevgi içinde, Birinci Cumhur Reisini müdafaaya imkân kalmamalıdır. Müdafaacıları, cephelerini apaçık göstermeğe mahkûm şekilde, Birinci Cumhur Reisi dostluğuyla Allah ve Peygamber düşmanlığını bir arada temsile mecbur tutulmalıdır. (Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Dergisi, 22 Aralık 1950, Sayı: 40, s. 3)

İnönü döneminde Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve İnönü’ye hakaretler eden Necip Fazıl Menderes döneminde ise Menderes’e köleliğini ilan edecek kadar Menderesçi olmuştur. 1951 yılında Menderes’in Demokrat Parti’nin İzmir İl kongresinde söylediği şu sözler Necip Fazıl’ı derinden etkilemiştir:
‘’Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir.”  (Kaynak: Şevket Çizmeli – Menderes: Demokrasi Yıldızı , Arkadaş Yayınevi, 2007 s.204)


Menderes’in dini siyasete alet eden bu sözleri çok hoşuna giden Necip Fazıl, ‘’Benim Gözümden Menderes’’ kitabında Menderes’e köleliğini şu şekilde ifade etmiştir:
“ …Böyle bir sözü söyleyecek başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz.; partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelen gelmeyen her şeyimize rağmen, en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz.”(Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümden Menderes, İstanbul, 1994, s.212)

Necip Fazıl’ın Demokrat Parti döneminde kendisini Menderes’in kölesi ilan etmesinin nedeni Demokrat partinin dini siyasete alet etmesi değildir. Çünkü ne Menderes hayatı boyunca dindar biri olmuştur ne de Demokrat Parti’nin dinci siyaseti Necip Fazıl’ın çok umurundadır. Asıl neden dönemin ruhunun değişmiş olmasıdır. Necip Fazıl, artık siyasi havanın değiştiğinin farkında olacak kadar zeki bir insandır. İkinci bir neden ise Necip Fazıl’ın borçlarıdır.
Kendisini anlatırken ‘’hayatımın en büyük zaafı’’ dediği kumardan ömrü boyunca kurtulamadığı için her zaman borç içinde yaşamış, Demokrat parti döneminde defalarca Menderes’ten borç istemiştir. Menderes’e yazdığı mektuplardan birinde yaşadığı maddi sıkıntıyı ve çaresizliği şöyle anlatmıştır:
‘’Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara ‘nın bu ücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir. (…) Artık Necip hakkında olmak mı olmamak mı kararı sizi de üzüntüden kurtaracak şekilde verilmeli ve bu iş bitirilmelidir. Ben kararlıyım ve her şeye razıyım.” (Kaynak: Erdal Şen – Belgelerin dilinden: Yassıada’nın karakutusu Zaman Kitap, 2007 s.108)

Mektupta da açıkça görüleceği gibi Necip Fazıl, Menderes’ten Demokrat parti yandaşlığının karşılığını istemiştir. İktidara yanaşmak Necip Fazıl için yeni bir şey değildir. Atatürk döneminde Atatürk’ü, Menderes döneminde ise Menderes’i göklere çıkarmıştır. Şimdi akıllara şöyle bir soru gelebilir. Madem Necip Fazıl her dönemde iktidarı övdü o zaman neden İnönücü olmadı? Bu soruya yine Necip Fazıl’dan cevap verelim. İnönü döneminde de 1940 yılında CHP vekilliği için başvuru yapmış fakat reddedilmiştir. O halde şu soruyu sormak gerekir. Eğer Necip Fazıl CHP vekili olsaydı yine İnönü düşmanı olur muydu


Necip Fazıl’daki 1940 sonrası değişimi Mina Urgan şöyle anlatmıştır:
“Şimdi şu Urgan soyadını bana kimin önerdiğini duyunca küçük bir şok geçireceksiniz. Necip Fazıl KISAKÜREK!
…1930 lu yılların Necip Fazıl’ı ile 1940 lı yılların Necip Fazıl’ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. Bunlar iki ayrı kişidir sanki. Birincisini çocukluğumdan beri çok iyi tanırdım. Annemin bir yakın arkadaşına âşık olduğundan, bizim evden çıkmazdı. İkinci ise, hiç görmedim, hiç tanımıyorum. Çünkü bende, bütün arkadaşlarım da 1940’tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. Süper Mürşit olarak parlak kariyerini, hayretler içinde uzaktan izlerdik ancak.
Necip Fazıl yavaş yavaş değişmedi. Dinle hiç ilgisi yokken ansızın sadece dindar değil dinci oluverdi. O sıralarda duyduğumuza göre, bu şaşırtıcı değişimin nedeni tik sorunuymuş. Necip Fazıl’ın bir yüz tiki vardı. Kaşı gözü acayip oynardı,  ikide bir  bu biçimsiz tikten kurtulmak için, böyle işlerin uzmanı bir şeyhe gitmesini salık vermişler. Şeyh efendi okumuş, üflemiş ve ancak bir haftalık bir süre için , tikinden kurtarmış onu. İşte ne olduysa o bir hafta içinde olmuş. Bizim bohem şair Necip Fazıl, Süper-Mürşide dönüşmüş ansızın. (Kaynak: Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları Yapı Kredi Yayınları 2008 s.97 -98)
Arkadaşı Necip Fazıl’daki değişimi böyle anlatan Mina Urgan, Necip Fazıl’ın içki ve kumar bağımlılığını ise şu cümlelerle anlatmıştır:
‘’Bizim bildiğimiz Necip Fazıl çılgın bir gençti ve çılgınlığını abartmaktan, bunun kalıtımsal kökenleri olduğunu belirtmekten hoşlanırdı.Bunun doğru mu yanlış mı olduğunu bilemem ama bana kendi anlattığına göre babası öyle deliymiş ki gerdeğe girdiği gecenin sabahı ‘’Hanım oğlum nerede’’, neden hala doğmadı’’ diye hesap sorarak annesinin gırtlağına sarılmış
…Necip Fazılın içkisi ölçülüydü ama kumar tutkusu sınır tanımazdı.  Eşref Şefik ile arasında geçen olayı, İstanbul’un yazarçizer takımında bilmeyen yoktu. Eşref Şefik, annemin çocukluk arkadaşı olduğu için, onun ağzından da dinlemiştik bunu: Eşref Şefik hastaymış; onu yoklamaya gelen Necip Fazıl’a ilaç alması için, bir miktar para vermiş. Necip Fazıl, ilaçları hemen alacağını söyleyip, evden çıkmış. Eşref Şefik beklemiş beklemiş, ne ilaçlar varmış ortada, ne de Necip Fazıl. Sabaha doğru, bir lâzımlığı çişle doldurmuş; ateşi çok yükseldiği halde, pencerenin önünde pusu kurmuş; lâzımlığı kumarhaneden eli boş dönen Necip Fazıl’ın başından aşağı boca etmiş’’(Kaynak: Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları Yapı Kredi Yayınları 2008 s.99)


Büyük Doğu yılları

Necip Fazıl bir siyasi eylemciydi. Sesini 1943-1978 yılları arasında beş devre halinde 512 sayı çıkan Büyük Doğu mecmuası aracılığıyla kamuya ulaştırıyordu. Dergi adını Kısakürek’in 1938 yılında Ulus Gazetesi’nin düzenlediği Milli Marş yarışması için yazdığı Büyük Doğu adlı şiirden almıştı. Dergide başlangıçta dönemin önemli isimlerinin yazıları yayımlandıysa da, daha sonra değişik takma adlarla Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar egemen oldu. Necip Fazıl’ın takma isimlerinden bazıları şöyleydi: Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Sarıçizmeli, Dedektif X Bir…

İlk Sayılarda Atatürk’e övgü

Derginin siyasi-ideolojik çizgisi zaman içinde şekillendi. NFK’ın ‘İptidai’ diye adlandırdığı ilk dönemde, mecmuada dini içerikli pek çok yazı çıktığı halde CHP ve Tek Parti rejimi ile ilişkiler gevşek de olsa sürüyordu. Örneğin 1943’te yayımlamaya başladığı Büyük Doğu (Büyükdoğu şeklinde de yazılır) mecmuasının 9. sayısı “Atatürk’ün Altın Anahtarla Açtığı Son Fabrika Kapısı… Şimdi Onun Ruhu Ayni Anahtarla Türkün Zafer Kapısında…” başlıklı kapakla çıkmıştı. 10. sayıda ise “Atatürk Dirilecektir!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Methiye şöyle devam ediyordu: “Bir gün Atatürk dirilecektir!!! Evet, lâf ve hayal, yahut fikir ve remz âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!! Bir gün Atatürk, Etnografya müzesindeki taş sandukasının kapağını omuzlarile kaldırıp, ufkî (yatay) vaziyetten şakulî (dikey) hale geçecek ve sırtında mareşal üniforması, Ankara’da Atatürk bulvarında görünecektir!!! Bir gün onu, kâfurîden yontulmuş asîl ve mevzun parmaklarile kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve ince endamile bir masaya eğilmiş ve gök gözlerile dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz!!! Bugün, dünya muhasebe ve muvazenesinde Türk milletine ait hakların terazi kefesinde görüneceği andır!!! İşte o gün başımızda bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhile olduğu kadar maddesile de Atatürk’ten başkası olmıyacaktır. Zira, Türk milletinin içindeki Atatürk’lerin harekete geçmelerile, onun sandukasını devirip bu Atatürk’lerin derisi içine yerleşmesi ayni ana rast gelecektir!!!”

DP ile ilişkilerin limonileşmesi

Ama ilişkilerin limonileşmesi yakındı. 1943 yılının Aralık ayında “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesi ile Büyük Doğu birkaç aylığına kapatıldı. Ardından Necip Fazıl Devlet Konservatuarı’ndaki görevinden kovuldu. Dergi Şubat’ta tekrar yayımlandı, ama Mayıs 1944 ile Eylül 1945 arası, tekrar kapatıldı. Gerekçe “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz” hadisinin Tek Parti yönetimini işaret ettiğine inanılmasıydı. Necip Fazıl’a göre, o günlerde Başbakan Şükrü Saraçoğlu kendisine “Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır” şeklinde tamim yollamıştı.

Bu kapatılmalar Necip Fazıl’ı radikalleştirdi. Büyük Doğu’da daha çok dini içerikli (Peygamber’in, Dört Halife’nin, bazı din büyüklerinin hayatı, şeriatın faziletleri gibi konularda) yazı çıkmaya başladı. Çoğu ‘Adıdeğmez’ mahlasıyla yazan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan bu yazılarda CHP, İsmet İnönü, Falih Rıfkı Atay, Tevfik Sağlam gibi siyasi figürler, Atatürk heykelleri, genç kızlar arasında kürtajın artışı, kadının çalışması, okul müsamerelerinde ve ulusal bayramlarda genç kızların mini şort ya da mini etek giymeleri sert şekilde eleştiriliyordu.
Adıdeğmez, “Kaçgöç kaldırıldı ve kadın açıldı. (Ve bütün mumlar söndü.) (…) Kadına, tütün ameleliğinden hakimlik makamına kadar her iş sahası sunuldu. (Ev ve aile ocağı güme gitti.)” diyordu, “Bizim bir kavgamız var ki, hiç durmuyor. Dinmeyen bir sağanak gibi yıldırımlı bulutlardan sel sel boşanan kinimizle ve her biri bin ağır batarya dehşeti veren kelimelerimizle hiç aman vermek istemiyen bu saldırışımız neye? Ahlaksızlık adı verdiğimiz düşmanımız, birkaç nesil ölçüsünde bir buhran halini almak istidadındadır da ondan… Bu öyle bir acı ki bize kudurgan bir hınç vermektedir” diyordu. (Bu arada not edelim, Necip Fazıl’ın 1941’de evlendiği Neshilan Hanım gayet modern giyinirdi ve başı açıktı.)

Tan Matbaası Baskını

Türkiye basın tarihinin en utanç verici sayfalarından birini oluşturan Tan Matbaası Baskını’nın arkasında Büyük Doğu camiası vardı. 4 Aralık 1945 günü, İstanbul Üniversitesi’nde birileri, ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ diye bağırmış, az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı’nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçerken sayıları 10 bine ulaşan bindirilmiş kıtalar, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri Cağaloğlu’na, Yalçın’ın ‘Beşinci Kol’, ‘Rus Hayranı’, ‘Moskof uşağı’ diye adlandırdığı Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Saat 10.00’da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne yok yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları, telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar. Hızlarını alamayan saldırganlar, Tan’ın yanındaki solcu yayınlar satan ABC Kitabevi’ni de yağmaladıktan sonra Bankalar Caddesi’nden Tünel’e yöneldiler. Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Taksim’de toplanan yağmacılar “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırıyorlardı. ?

Necip Fazıl’ın olayla ilgili anlatımlarını Babıali’den izleyelim: “Bu, bir yıla varmayan yarım yamalak intişar devrinde Büyük Doğu’nun verimi ne olmuştur? Daha ilk (sondaj) girişiminde petrol bulunmuş ve onun, bütün yurda ve oradan bütün İslâm âlemine yön ve yol gösterici alev sütunları halinde bir gün fışkırmak istidadı, en iptidaî şekliyle de olsa belirmiştir. Bu istidadın aksiyon plânında ilk kımıldanışı ‘Tan’ Gazetesi baskını… Bu gazetede karargâh kuran komünizma… birdenbire Anadolulu ve kökçü üniversite gençliğinin pençesine düştü; eşyası toz gibi havaya savruldu ve makineleri makarna gibi didik didik edildi… Bu gençler Büyük Doğu idarehanesinin önüne gelerek tezahürlerini göklere çıkarmışlar, Sabık Şair’i (Necip Fazıl) pencereye çağırmış ve hitabını çılgın alkışlar içinde dinlemişler ve yara berelerini aynı idarehanede tedarik ediliveren pansuman malzemesiyle sarmışlardır… Ve işte, hemen başlarına yıkılan ‘Tan’ gazetesi… Ve işte, o gün boy göstermeye başlayan ilk Büyük Doğu gençliği!”

“Öz yurdunda garipsin…”

1946’da tüm Türkiye’de dini yayınlarda artış yaşandı ama yazarın sivri dili ve seçtiği konular yüzünden hükümetin Büyük Doğu alerjisi bitmedi. Mecmua, kapağındaki kulak resmi yoluyla “sağır” lakaplı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hakaret ettiği için 13 Aralık 1946 tarihinde yeniden kapatıldı. Necip Fazıl’ın iddiasına göre Başbakan Recep Peker, “daha ölçülü yazması” ve “fazla aleyhte yazmaması” için masasına 100 bin lira bırakmıştı ama yazar kabul etmemişti!

18 Nisan 1947’de tekrar yayımlanmaya başlayan dergi, 30 Mayıs tarihli nüshasında Rıza Tevfik’in “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirde Türklüğe hakaret edildiği ve saltanat övüldüğü için yeniden kapatıldı. Bu olay Necip Fazıl’a adeta kamçı etkisi yaptı. 1947 sonunda dergide artık sadece İslamcılığı öven yazılar değil, Yahudilik, Masonluk ve komünizm düşmanlığını işleyen yazılar artmıştı. Bu dönemin diğer popüler konuları, Köy Enstitüleri, ABD ve IMF, TCK’nın sol akımları cezalandıran 141-142. Maddeleriyle dini hareketleri cezalandıran 163. Maddesi, ezanın Türkçe okunmasıydı. Bu yıllarda iktidarın baskısıyla büyük mali sorunlar yaşadı.

14 Ekim 1949 tarihli Büyük Doğu’da Necip Fazıl, ünlü Sakaryanın Destanı’nı (Sakarya Türküsü ile tanınacaktı) yayımladı. Şiirin “Öz yurdunda, garipsin, öz vatanında parya!” şeklindeki son dizeleri İslamcıların içinde bulunduklarını ruhsal sürgün durumunun en popülerleşmiş ifadesiydi.


KAFASINA GÖRE ADETA TARİHÇİ KESİLMİŞTİ

Necip Fazıl’ın Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı sadece Büyük doğu dergisinde yazdığı yazılarla sınırlı değildir. Ayrıca tarih alanında hiçbir ilmi eğitimi olmadığı halde kafasına göre tarih kitapları yazmış ve sözde tarih kitaplarında Atatürk ve Cumhuriyet hakkında mesnetsiz iddialar, iftiralar yazmıştır.
Bu iftiralarından bazıları şunlardır:
Son Devrin Din Mazlumları kitabında 1930 yılında yobazların katlettiği Menemen olayı için CHP nin Müslümanları susturmak için uydurduğu bir tertip iddiasında bulunarak şunları yazmıştır:
 “1930 yılının Aralık ayının sonlarına doğru Menemen’de cereyan eden hadise, birkaç serseriye yaptırılmış böyle bir tertip içinde başka bir şey değildir ve olanca gayesi büyük ve kuvvetli sandıkları din adamlarını ortadan kaldırmak olmuştur.’’ (Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul 2012 s.129)
Evet, bütün şahsiyetli Müslümanları, bilhassa Nakşibendî tarikatı büyüklerini ortadan kaldırmak için hükümetçe düzenlenen Menemen vakası tertiplerin en vicdansızını teşkil eder“ (Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul 2012 s.137)
Oysa aynı Necip Fazıl Menemen olayının gerçekleştiği günlerde şu ateşli satırları yazmıştır:
‘’İrtica, yatağımızın başucundaki bir bardak suya karıştırılan zehirdir….. Menemen hükümet meydanında toplanan ister üç kişi olsun. Üç yaylım ateşle dumanlara karışan vaka ister bir cam kırılışı kadar ufak, ister Nuh Tufanı kadar büyük olsun. Dökülen kan ister bir yüksüğü, ister bir sarnıcı doldursun. Bu hadisenin mana ve derecesi, dışımızdaki hesap ve mikyasların hükmünden çıkıyor. Bu hadisenin şekli ile ruhu arasındaki fark, Kubilay’ın diri ve ehemmiyetsiz başı ile ölü ve ebedi başı arasındaki farka müsavidir. Bu farkı meydana Kubilay’ın kesik başı çıkardı…. Ona icap ettiği kadar yanmak ve ruhuna paye vermek elimizde değil. Fakat bir muallim ve zabit banı yuttuktan sonra sinsi sinsi deliğine çekilen karayılan şöyle ıslık çalıyor: ‘Bana, tabii ömrün ne kadarsa burada bitirip geber, diye bir delik gösterdin. Ben bu delikte duramıyorum. Beni taş’a ezemedikçe, gazla yakamadıkça, külümü yele vermedikçe sana rahat haram olsun…’ Onun bu son isteğini yerine getirmek elimizdedir.” 
Menemen olayı, Necip Fazıl’ın kitabındaki yalanlardan sadece biridir. Son devrin din mazlumları isimli kitabında Atatürk ve Cumhuriyet ile alakalı aşağı yukarı her konuda belgesiz, dayanaksız iddialar ortaya atmış, deyim yerindeyse  tarih katliamı yapmıştır.
Necip Fazıl’ın son devrin din mazlumları kitabında uydurduğu yalanlar kısaca şunlardır:
31 Mart vakası için İttihatçıların Masonlarla ortak bir tertibi olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca hareket ordusu için ”şuursuz sürüsü” demiştir

Cumhuriyet’e ve devlete karşı ayaklanan Şeyh Said’in İslam’a, peygambere bağlı bir dindar olduğunu, devlete isyanının isyan değil ancak bir dindar Müslüman’ın dinsizlerle mücadelesi olarak kabul edilebileceğini yazmıştır

Şapka devriminin halka zorla dayatıldığını, dindar insanların şapka devrimine karşı çıktığını, şapka giymedikleri için idam edildiğini yazmıştır. Hatta Necip Fazıl’a göre şapka giymeyenlere idam edilmeden önce son kez ”şapka giyiyor musunuz giymiyor musunuz” diye sorulmuş, kabul etmeyince asılmışlardır

İşgal yıllarında Kuva-yi milliye karşıtı olan İskilipli Atıf’ın vatan haini olmadığını, şapka kanununa karşı çıktığı için idam edilen bir alim olduğunu iddia etmiştir

Necip Fazıl,27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” yazı dizisinde 1937-1938 “Dersim isyanında” 50 bin “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatıldı. Bu dizide, geleneksel İslamcı-muhafazakar yaklaşımın dışına çıkılarak, Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak da suçlanıyordu. Mecmuanın 17 Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer, Menemen Fatihi lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği ‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi.

Sultan Abdülhamid’in akıl hastası diyerek tımarhaneye kapattığı, katıksız bir Atatürk düşmanı, İslam tahrifatçısı Said-i Nursi’nin nasıl bir büyük alim olduğunu sayfalarca anlattıktan sonra Cumhuriyet döneminde işkence gördüğünü yazmıştır

Baştan sona yalan ve iftira olan, basit bir hikâye kitabından farksız son devrin din mazlumları kitabında Necip Fazıl’ın yalanları kısaca bunlardır. Hiçbir belge olmadan sadece ”şu kişiden duydum” ”Bu kişi bana anlattı” cümleleriyle iddialarını ispatlamaya çalışan Necip Fazıl, ayrıca Vahdettin’in kurtuluş savaşını başlatması için Mustafa Kemal’e 40.000 altın verdiği yalanını uydurmuştur


24 Şubat’ta ise 1937’de Diyarbakır’da yüzlerce Kürtün ölümü olan ‘Karaköprü Olayı’nı anlatınca olanlar oldu. 3 Mart 1950’de Necip Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18 Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14 Mayıs1950 seçimleri olmuş ve iktidara Demokrat Parti (DP) geçmişti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP, İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti.

1950-1951’de artık Büyük Doğu’da sadece İslami yazılar çıkıyordu. Necip Fazıl, rejimin dışladığı, ya da rejim karşıtı ne kadar yazar varsa (örneğin Türk ırkçısı Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan ve Rıza Nur, sosyalist Arif Oruç, Nurcu Said-i Nursi ) mecmuadaydı. Bu yazarların da katkısıyla en kaba şekliyle Yahudi ve komünizm düşmanlığı ve Türk ırkçılığı yapılıyordu.

Sonuç olarak Necip Fazıl hakkında şu yorum yapılabilir:
Hayatı boyunca kimlik arayışı içinde olan, gençlik yıllarında bohem bir hayat yaşayan, 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanışınca bir anda şeriatçı olan bir kişidir. Siyasi ve ideolojik hayatı da özel hayatı gibi kimlik arayışı içinde geçmiştir.

Kumarhane baskını

Kısakürek’in “en büyük hastalığım, felaketim asıl zaaf noktam” dediği kumar hala yakasını bırakmamış olmalıydı ki, 4 Mart 1951 tarihinde, Necip Fazıl bir kumarhane baskınında yakalandı. O gün gazetelere yazacağı bir eser için, kumarhaneler hakkında bilgi toplamak için orada olduğunu söylemişti. 30 Mart 1950 tarihli Büyük Doğu’da bu minvalde bir açıklama yaptı. Halbuki aynı olayı, 1970’te Büyük Doğu’yu korumak için “efe ve külhani soyundan silahlı bir adam” temin etmek için söz konusu kumarhaneye gittikleri şeklinde anlatacaktı. Ve olayı DP’nin siyasi komplosu olarak sunacaktı. Halbuki çok değil 20 gün kadar önce, DP’nin İzmir İl Kongresi’nde Menderes’in konuşmasını çok beğendiği için mecmuasında ona övgüler düzmüştü. Daha sonra Yassıada duruşmalarında itiraf edeceği gibi Menderes’le ilk ilişkisi 1951’de başlamış, örtülü ödenekten aldığı ilk paraya karşılık, 28 Haziran 1949’da kurduğu Büyük Doğu Cemiyeti’ni 26 Mayıs 1951’de kapatmıştı.
İslamcı yazar Kadir Mısıroğlu ise Üstad Necip Fazıl’a Dair adlı kitabında Necip Fazıl’dan şöyle bir cümle aktaracaktı: ‘Kumar haramdır. At yarışında bahs-i müşterek oynamakta kumardır. Ancak haramı, haram kabul ederek işlemek sadece kumardır. Allah ise gaffururrahim’dir. Bu parayla ben Veli Efendi’ye gidip at yarışlarında bahs-i müşterek oynayacağım!..’ (Burada bir parantez açalım. Necip Fazıl, muhtemelen bu tür akıl yürütmelerle namaz, oruç, zekat, fitre, hac gibi İslami ritüellerle de alakalı görünmemişti. Kadir Mısıroğlu’nun NFK’nın karakteri, tarih bilgisi, kitap okuması gibi konulardaki görüşlerini meraklısı kitaptan okuyabilir.)

Başyücelik Devleti

Büyük Doğu’nun esas teması Cumhuriyet rejimini eleştirmek olmuştu ama bu eleştiri çok geriden başlatılıyordu. Necip Fazıl’a göre II. Meşrutiyet Yahudi ve mason uşağı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce yapılmıştı ve “Meşrutiyet devri, (…) fuhuş ağacının ilk turfanda meyvalarını devşirir ve bu işin maddi ve manevi bütün unsurlarını kadrolaştırır.” Milli Mücadele bir “Yahudi komplosu” idi. Necip Fazıl’ın asıl kahramanları Sakallı Nureddin Paşa ve Mersin Cemal Paşa gibilerdi. Cumhuriyet Türk milletinin ahlak açısından en kötü dönemidir. Cumhuriyet dönemi, Kısakürek için Türk milletinin ahlak açısından en kötü zamanlarını yaşadığı devirdi. Laiklik dinsizlik ve Allahsızlıktı. Ama Necip Fazıl müritlerine temkinli olmayı öğütlüyordu: “Biz ne lâikiz diyoruz, ne lâik değiliz diyoruz. Birinden biri, ama söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir, ne kötüdür diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki, lâiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar naziktir, yere düşürüp kırmayalım.”

15 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu’da yayımlanan Büyük Doğu Partisi’nin ana nizamnamesinde “Cumhuriyetin en ileri gerçek mefkûreleşmiş nevii” olan “Başyücelik Devleti”ni takdim etti kamuoyuna. Bu nizamnameden anlaşıldığı kadarıyla bu devlet eleştirdiği Kemalist Cumhuriyet gibi militarist esaslara göre tanzim edilmişti. CHP’nin Altı Oku’na karşılık Büyük Doğu Mefkûresinin ‘Dokuz Umde’si (Ruhçuluk, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Şahsiyetçilik, Cemiyetçilik, Keyfiyetçilik Nizamcılık, Müdahalecilik, Sermayede Tahdit) vardı. CHP’nin Ebedi ve Milli Şef’inin karşılığı İslami bir ulu olan ‘Başyüce’ idi. TBMM’de ‘Hakimiyet Milletindir” yazarken, Yüceler Kurultayı’nda “Hakimeyet Hakkındır” yazacaktı.

Kemalist rejim İstiklal Mahkemeleri yoluyla düzeni sağlarken, Başyücelik Devleti’nde sosyal hayatın parazitleri İslam hukukundaki ‘kısas’ yöntemi ile yola getirilecekti. Cinayetin bedeli şehir meydanlarında idamdı. Hırsızlığın cezası kolun kesilmesiydi. Faiz, dans, heykel, zina, fuhuş, kumar, içki, uyuşturucu ve her türlü keyif verici madde yasaktır Sinema devletin kontrolünde olacak, kahvehaneler kapanacaktı. (Burada bir parantez açalım: Necip Fazıl bu düşüncelerini 1968’de İdeolocya Örgüsü adlı kitabında genişletti. Kitaptan bir kaç cümle aktaralım: “Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır.” “İslam inkılâbı orducudur” ve “özenle yetiştirilecek subaylar, “orducu Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir” ve “Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelasıdır.”)

Ahmet Emin Yalman suikastı ve 6-7 Eylül

1952 yılında Büyük Doğu’nun, dönmelerin, masonların ve Yahudilerin çığırtkanı ve bir İslam düşmanı olarak tanıttığı gazeteci Ahmet Emin Yalman’a, 1952 Kasımında, Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir genç (yakın dönemin tacizci yazarı) ateş etti. Yalman yaralı olarak kurtuldu ama 1953 yılının başında Necip Fazıl tutuklandı ve mecmuanın yayımına yaklaşık bir sene ara verildi. Necip Fazıl bu davadan da beraat etti ve yayınlarına devam etti.

Benim Menderes’in kitabında anlattığına göre Necip Fazıl, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’le görüşmüş ve kendisini “Meclis’teki ‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ismini taşıyan partiyi hâk ile yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmişti. Menderes de kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para yardımı yapmıştı. Ne var ki görüşmeden birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecekti. Necip Fazıl, bu olayların “Adnan Menderes’in üzerinde bir trauma-ruhi darbe tesiri yaptığını” ve bunun “hadisenin tertip tarafında bulunduğuna delil” teşkil ettiğini söyleyecek ardından da Başbakan’ın olaylardan sonra “rizikoya göğüs gererek ileri atılacağına” korkarak geri çekildiğini ve “bütün haklarını haksızlığa çevirici ve kendisini içten çökertici, pasif mizacını” ortaya koyan bir tavır sergilediğini söyleyecekti.

Örtülü ödenekten 147 bin lira

Necip Fazıl’ın DP ile ilişkisi her zaman dalgalı olmuştu. Örtülü ödenekten aldığı paralar azaldığı zaman DP’ye muhalefeti sertleşiyor, arttığı zaman yumuşuyordu. Yassıada’da bu durumu Menderes Mahkeme Başkanı Salim Başol’a şöyle açıklamıştı: “Müsaade buyurursanız Reis Beyefendi onun yazılarının memlekete yararlı olmaktan ayrıldığını gördüğümüz zaman münasebeti kestik. Uzun zaman münasebeti kesiyoruz, tekrar geliyor, düzelteceğim, doğruya gideceğim diyor, münasebeti tekrar tesis ediyoruz.” DP iktidarı ile Necip Fazıl arasındaki çapraşık ilişkinin bir örneği, Necip Fazıl 1957’de Fuat Köprülü’ye hakaretten 8 ay dört günlüğüne hapse girdiğinde, eşi Neslihan Hanım’a örtülü ödenekten 3 bin lira ödenmesiydi.

Meşhur dolandırıcılardan Selçuk Parsadan’ın babası Sabahattin Parsadan biraz daha ayrıntılı anlatmıştı ödenek ilişkisini: “Bir zamanlar Allah rahmet eylesin [Ziraat Bankası Genel Müdürü] Mithat Dülge’ye gider ve ödenmeyecek hesapta diye arkasında yazı bulunan bonolardan alır gider 500’er liraları alırdık. Bilhassa Necip Fazıl… O zamanlar Büyük Doğu adlı dergiyi çıkartıyordu. Parasız kaldık mı ya oraya ya da Başbakanlığa doğruca Ahmet Salih Korur’a giderdik. Necip Fazıl ile birlikte kapıda beklerdik. O zamanlar 500, 1000 veya 750 lira bir deftere imza eder, parayı koparırdık. Ama o zaman bunlar çok büyük para. Mithat Bey Ziraat Bankası’ndaki özel hesaptan, Ahmet Salih de örtülü ödenekten para verirdi bize. Ahmet Salih aynı zamanda zamparalık arkadaşımız. Allah rahmet eylesin, iyi adamdı…”

1960 darbesinden sonra DP iktidarının yargılandığı Yassıada Davası sırasında, Necip Fazıl örtülü ödenekten 147 bin lira yardım aldığını kabul etti. Ayrıca 1952 yılında kendisine Osmanlı Bankası aracılığıyla 30 bin lira kredi verilmişti. (Bugünün parasıyla ne ettiğini hesaplayamadım ama o günlerde bir Austin marka kamyonun 5 bin lira civarında olduğu, dolayısıyla bu parayla kamyon filosu alınacağını söyleyenler var. Ama buna karşılık Necip Fazıl da, DP iktidarı sırasında çok büyük maddi kayıplarının olduğunu iddia ediyor.)

Zeybeğin ölümünden sonra

Menderes’in idamından sonra yazdığı şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün/Bir öldün de beni binbir öldürdün!” diyen şaire göre DP iktidarının 1950-1954 arasındaki dönemi Hedefsiz Gayret Devresi, 1954-1957 arasındaki dönemi Boşuna Zahmet Devresi ,1957-1960 arasındaki dönemi ise Boyuna Gaflet Devresi’ idi ve Menderes Allah’ın ve tarihin ona sunduğu fırsatları değerlendirememişti. DP, ne kendi öz gençliği ile Halk Partisi’ne karşı manevi bir taarruza girişebilmiş ne de kullandığı kaba kuvveti sonuna kadar götürebilmişti. Örneğin Necip Fazıl’a göre, 28 Nisan 1960 günü İstanbul’da meydana gelen üniversite olaylarında eğer 1,5 ölü (üniversite öğrencisi Turan Emeksiz o gün, lise öğrencisi Nedim Özpulat hastanede öldüğü için 1,5 diyor olmalı) yerine 150 ölü verilmiş olsaydı ortada bir hükümet olduğunun anlaşılacağını ve bir darbe ile DP’nin iktidardan uzaklaştırılmayacağın düşünüyordu. Örtülü ödenekten tahsisat koparmak istediğinde “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim” diyen Necip Fazıl, 1970’de yazdığı Benim Gözümde Menderes kitabını şöyle bitirmişti: “Eğer Allah, İslamiyet’i koruduğun YALANANINI, sana, o beyin yırtıcı ve yürek delici yalnızlığın içinde doğrulttuysa sen bir şehitsin ve Allah Resulünün iltifatına layıksın. Elveda Adnan Bey!” (Babıali kitabında da en yakın dostu şair Sezai Karakoç’u yaralayacak sözler etmişti.)

Hakkında Dava Açılmayan Gün Neredeyse Yoktu

“Üstad” olarak anılan edebiyatımızın İslamcı şair ve düşünürü Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabesini başbakanın 2 yıl önce Gençlik Kongresinde okuması bir tartışma başlattı. Edebi kişiliğine sözüm yok, ancak Necip Fazıl Cumhuriyet döneminde yetişen en büyük Türk düşmanlarından biridir.

Onun bu yüzünü bilmeyenler ne acı ki onu milliyetçi olarak tanır.

Türklük ve Atatürk düşmanı, dönemine göre bukalemun gibi renk değiştiren, kumar düşkünü, kadın bacağına şiirler yazan bu kişinin hünerlerini belgelerle açıklayacağım

21 – 22 Aralık 1943 tarihlerinde yazdığı siyasi bir yazı sebebiyle Erzurum’da bir gün hapis yattı.

Türklüğe hakaretten ilk olarak 1 ay, 27 gün, 9 Haziran 1947 – 5 Ağustos 1947 tarihleri arasında ise Türklüğe Hakaret Davası kapsamında 57 gün tutuklu kaldı. (Türklüğe Hakaret Davası Bitti, Son Posta, 6 Ağustos 1947)  Davanın gerekçesi ise Rıza Tevfik’e ait “Sultan Abdülhamîd’in Ruhaniyetinden İstimdat” şiirinin Büyük Doğu’da yayımlanmasıydı.

Türklüğe hakaretten 1950 yılında ikinci kez yargılandı 3 ay, 25 gün tutuklu kaldı (Tevkif Müzekkeresi, C. Savcı No: 950 / 5191)

21 Nisan 1950 – 15 Temmuz 1950 tarihleri arasında Büyük Doğu’da yayımlanan Altıparmak isimli yazıda Hükümetin manevî şahsiyetini tahkir ve tezyif ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılan Necip Fazıl ve eşi Neslihan Hanım, beraat kararının üst merciden bozulması sonucu 3 ay 25 gün tutuklu kaldı. Kısakürek çifti, Demokrat Parti’nin çıkardığı af ile serbest kaldı.

31 Mart – 18 Nisan 1951 tarihleri arasında basına kumarhane baskını diye geçen olay sonucu 19 gün tutuklu kaldı.

12 Aralık 1952 – 30 Eylül 1953 tarihleri arasında ise yazdığı bir yazı sebebiyle 9 ay 12 gün hapishanede yattı. 30 Eylül 1953 – 2 Arlık 1953 tarihleri arasında ise Ahmet Emin yalman’a Hüseyin Üzmez tarafından düzenlenen suikast sebebiyle 64 gün tutuklu kaldı.

24 Haziran 1957 – 25 Şubat 1958 tarihleri arasında Fuat Köprülü’ye hakaret ettiği gerekçesiyle 8 ay 4 gün cezaevinde yattı.

26 Mart 1959 – 29 Mart 1959 arasında ise yine yazıları sebebiyle İstanbul’a dönerken Bolu Dağı mevkiinde tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’nde üç gün kalmıştır.

Yazdıkları sebebiyle çok defa hapis yatan Necip Fazık Kısakürek, bir yazıda Mustafa Kemal’e hakaret ettiği iddiasıyla hakkında ceza davası açılan Necip Fazıl, 2 Mart 1960’ta biten dava sonucunda 18 ay hapis cezası aldı.

Verilen ceza Necip Fazıl, 1960 darbesi sonrası cezaevindeyken kesinleşti. İhtilalin yapıldığı tarihte Ankara’da bulunan Necip Fazıl, İstanbul’a döndükten bir müddet sonra 6 Haziran’da geceyarısı evinden alınmış, 15 Ekim 1960 tarihine kadar, bir müddet Davutpaşa Kışlasının koğuşlarında ve ardından Balmumcu’da hakaret ve kötü muamele altında, gerekçesiz olarak tutulmuştu.

Üstad Necip Fazıl, Balmumcu’dan ilk tahliye edilenler arasında salıverildiği gün, kapıda bekleyen mahkûmları taşımaya mahsus bir araç ile, karısı ve çocuklarının gözleri önünde alınarak Savcılığa götürüldü. Buradan daToptaşı cezaevine üçüncü defa girdi. Necip Fazıl, 18 Aralık 1961’de ceza müddetini tamamlamış olarak tahliye edildi.

Yine de akıllanmayan üstad 5816 sayılı Atatürk’ü koruma yasası gereği İstanbul Toplu Basın Mahkemeleri’nce 08.07.1981 tarih ve 1977–137 sayılı kararı ile Atatürk’e hakaretten mahkûm edilir.

Büyük üstad 1918’de Rize’de Gürcülerin kurup yanlarına Ermeni ve Rumları da alarak Türk halkını katleden çetelerden(O çeteler ki gazetelerinde insanlara Türkçe değil Arapça konuşmalarını, TBMM’ye itaat etmemelerini söylüyor) şöyle bahseder, zalimleri savunur: “Ankara, TBMM telaşta. Bir zamanların kahraman Hamidiye zırhlısı Rize önlerinde top yağdırıyor. Din düşmanları ne kadar telaş içinde olduklarını gösteriyor.” Yine aynı zamanda İngilizlerle işbirliği yapıp dini kullanarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak için ayaklanan Şeyh Sait’i de din mazlumu olarak kitabında över. Ona göre Şeyh Sait dini kurtarmaya çalışıyormuş. Üstadın Türk ve Türkçe düşmanlığına gelince. Der ki: “Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. İslamiyet’i kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir.“ Türkçeyi kalitesizlikle, Türkleri kafasızlıkla suçlar. Göktürklerin, Türgişlerin madeni para kullandığını, Uygurların heykel sanatında ve matbaada ne kadar ileri olduğunu “Üstad”lığa erişmiş bir şahsiyetin bilmemesi ne acayip. Araştırırsanız Arap kavmini yücelten, Türk milletini aşağılayan daha ağır sözlerini bulabilirsiniz.

Üstad tam bir Amerika hayranıdır. 17 Temmuz 1959’da Büyük Doğu dergisindeki bir yazısında “Amerikan politikasını korumakla mükellefiz. Amerikan siyasetini tutmak biricik yol” diye Amerikan emperyalizminin savunuculuğunu yapar. Amerika olmadan Türkiye’nin hiç olduğunu iddia eder. Kadına, at yarışına düşkündür, tanıyanların anlattıklarına göre. Kadın düşkünlüğü “Kadın Bacakları” adlı şiirinde görülür:
“Boynuma doladığım güzel putu görseler, İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını, Kör olsam da açılır gözüm ona sürseler, İsa’nın eli diye, bir kadın bacağını”
Ankara radyosu için nefis iki skeç yazar, merkez veznesinden gelecek binlikleri bekler, oradan da bahis oynamaya hipodrom’a gider.

Her devrin adamıdır. Menderes devrinde önce “Biz erkeğiz Menderes, olamayız müennes(dişi)” deyip hapse atılır, ardından dışarı salınıp, örtülü ödenekten pay verilince renk değiştirir, 8 yılda 147 bin 500 TL para alır. 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren Cemal Gürsel’e yazdığı mektupta “Pek Sayın Cemal Gürsel, şu anda nezaret altında bulunuyorum. Hiçbir suçum olmadığı kanaatindeyim. Beni suçlu görüyorsanız özür dilerim. Müdahale yaparak yurdumuzu kötü politikacılardan kurtardınız. DP kötü idaresiyle bunu hak etmişti. Çok hastayım. Beni affedin, daima emrinizde olacağım.”(15 Eylül 1968 Ekspres gazetesi)

Atatürk’ün Gençliğe Hitâbesi’ne nâzire olarak yazdığı kendi Gençliğe Hitâbesi’nde”….halka değil Hakk’a inanan, meclisinin duvarında Hakimiyet Hakkındır düstûruna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik…” şeklinde düşünceleriyle Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir” düşüncesine karşı çıkar.

Yüce Allah’ın devlet yönetimi ile ne işi olabilir? Gençliği “kininin davacısı” olmaya yönlendirir. Heykel için der ki: “Şeytani insan benliğinin madde üzerinde putçuluk sanatı olan heykelin bizim sanat telakkimizde hiçbir yeri yoktur. Bizim heykellerimiz “suratsız” abidelerimiz ve kitabelerimizdir.” Üstadın düşünceleri arasında “çok çocuk sahibi olmayı teşvik etme”, “dans yasağı”, “idam cezasının yaygınlaştırılması”, “sinema filmlerinin tamamen devlet kontrolü altına sokulması” gibi birçok proje vardır.

Muhalif olduğunu iddia ettiği CHP döneminde 8-9 ay hapis yatan Necip Fazıl, örtülü ödenek aldığı DP döneminde 22 ay hapis cezası almıştı, belki de bundan kızgındı hamisine.

Militarist Necip Fazıl

Emin Karaca’nın aktardığına göre Necip Fazıl 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda DP’nin 1951’de çıkardığı Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten hapishanedeydi. 1,5 yıllık cezasını tamamlayıp 18 Aralık 1961 günü hapisten çıktı ve 1962 yılının Ocak ayında DP’li Selim Ragıp Emeç’in gazetesi Son Posta’da yazmaya başladı.
Daha ilk günlerde yazdığı ‘Kırmızı’ başlıklı yazısı yüzünden CHP yanlısı Dünya gazetesinin başyazarı Bedii Faik’in eleştirisine uğradı. “Yakası kızıl zindancı seni unutmayacağım” diye başlayan yazıyı “Kahpelik”, Necip Fazıl’ı “yobaz bozuntusu, zavallı” diye niteleyen Bedii Faik’e göre “Kırmızı” kurmayların kırmızı çuhasını, dolayısıyla orduyu ima ediyordu.
Necip Fazıl’ın cevabi yazısı “Al!” başlığıyla ve Kurmaylar münezzeh ve başımızın tacıdır, tahriki ise deni ve şeni bir köpek” spotu ile çıktı.
Necip Fazıl “dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu adi hayvan….”, “Bu mikrop kavanozu” gibi son derece ağır ifadelerde Bedii Faik’e saldırıyor ve kendini şöyle savunuyordu: “Millet-Ordu yazısında belirttiğim gibi ben ilk terbiyesini askeri mektepten almış (militarist) bir insanım, tek kelimeyle orducuyum ve hayalimde mefkûreleştirdiğim kurbay subay seciyeine aşıkım.
O kadar aşıkım ki, 27 Mayıs hareketinin bir neşter gibi deştiği ahlak buhranımızın en keskin tezahür kutuplarından biri olarak, kabuslara bile giren gelecek bir münasebeti, arslanlara: -Bak düşmanın senin için ne diyor!!! Gibilerinden rapor etmeye kalkan Bedii Faik misillu hasta köpeklerin tecrit edilecekleri hali adayı yine kurmay dehasından beklemekteyim!”

Polemik Harp Akademisi öğrencilerini galeyana getirmiş, öğrenciler Son Posta’ya yürümüşler, Akademi komutanının Bedii Faik’e ricası üzerine, Bedii Faik cevap yazmayarak tansiyonu düşürmüştü. Ama Milli Savunma Bakanlığı Necip Fazıl hakkında soruşturma başlatmıştı. Sonunda bilirkişi Necip Fazıl’ın “kırmızı” derken kurmayları kastetmediğine kanaat getirdiğinden yargılama olmadı. Bedii Faik’e göre mahkeme müritleri tarafından “yarı aziz ilan edilen” Necip Fazıl’ın “küfür edebiyatına düşmeye korkmuştu.

Sakin dönemde Gençliğe Hitabe

Bu tarihten sonra Necip Fazıl konferanslar vermek için Türkiye’nin çeşitli illerine gitti. Hikayeler yazdı, bunlar 1964 ve 1970’te basıldı. (Kumar konusu bu hikayelerden bazılarının ana teması oldu.)

Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nin 25 Nisan 1975’te düzenlediği ‘Milli Gençlik Gecesi’nde okuduğu Gençliğe Hitabe adlı konuşmasında, (Taner Timur’un özetiyle) Türk tarihini dört dönemde incelemiş ve Cumhuriyet dönemini “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ebedi helake mahkum” kılan bir rejim olarak tanımlamıştı. Bu toplantıya Prof. Erbakan, Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan da katılmışlar ve Erdoğan da şairin Sakaryanın Destanı başlıklı şiirini okumuştu.

Tam bir kibir abidesiydi, kendine güvenirdi…

Necip Fazıl, kendine duyduğu güvenle tanınırdı. Onun yaşadığı döneme tanıklık eden, onunla kısa bir süre bile olsa aynı ortamı paylaşan herkesin onun envai çeşit yönü hususunda; eğitici, öğretici ve zaman zaman da tebessüm ettirici bir anı mutlaka biriktirir. Onun açık sözlülüğü, özgüveni, lafını asla esirgememesi; hakkındaki anılara daima konu olmuştur. Bir tanesi şöyledir:

NFK, TRT’de bir programa katılır. Programın sunucusu da bir şairdir. Sunucu programda kendi şiirini seslendirir ve Fazıl’a nasıl bulduğunu sorar. Üstat hiç çekinmez, şiiri yerden yere vurur.

Programın devamında sunucu sohbetin arasında, Türk Edebiyatında dünyaya seslenen iki büyük yazar olduğunu belirtir. Üstat hiç düşünmeden, net bir tavırla: “İkincisi kim?” diye sorar Birincisinin kendi olduğundan bu denli emindir.

Daha sonra O ve Ben adlı otobiyografik eserinde belirteceği gibi “kendisini artık dünyada tanımayan tek kişinin kalmadığını, kahvede, sokaklarda, salonlarda hep ondan konuştuklarını sanıyordu.”

1980 darbesi şahlanıştır!

1962’de militarist olduğunu göğsünü gere gere söyleyen Necip Fazıl, Rapor 13’te şöyle dedi 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili olarak: “Hareketin mahiyeti… Malum klasik darbelerden biri değildir… Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi…
27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır…
27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir.” “Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle gayet tabii olarak ‘devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama’ atılışı…
Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah…” “Ben olsaydım orduya ‘gel bu işi sen yap!’, hatta ‘beni de yakala!’ teklifinde bulunmayı en akıllı tedbir sayardım.” “’Diyarbakır’da ‘şeriatin kestiği parmak acımaz’ diyen Devlet Başkanı şeriati hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca ‘anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz’ dediğine göre gerçek Müslüman’a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!..”

Yeni tabumuz

Fesli deli Kadir Mısıroğlu’nun “Amellerinde kusursuz olsaydı Müslüman kitleyi vakitsiz kıyam ettirebilir ve bir faciaya sebep olabilirdi. O derece gözü kara ve söz vadisinde kaldığı müddetçe öylesine sihirli bir kudrete sahip olan Üstad, çok hevesli olduğu aksiyona işte bu zaafları sebebiyle ulaşamıyordu,” dediği Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 günü vefat etti. Sevenlerinin deyimiyle ‘Üstad’ AKP iktidarı ile birlikte tekrar siyasi gündeme girdi. Başbakan Erdoğan 2011 Şubat ayında AKP Gençlik Teşkilatı’na Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinin, “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” isteyen satırları okudu. Erdoğan 2 Kasım 2012 tarihinde yapılan partisinin geleneksel Kızılcahamam toplantısındaki konuşmasını da aynı metnin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” mısralarıyla bitirdi. Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, NFK AKP ve Gülen Hareketi’nin ana omurgasını oluşturan İslamcı muhafazakar milliyetçiliğin tabusu, kutsal ve dokunulmaz figürü.

Özet Kaynakça: Necip Fazıl Kısakürek’in eserleri (Hepsi Büyük Doğu Yayınları’ndan çıkmıştır): Kafa Kağıdı (2009); O ve Ben (2002); Babıali (1999), Vesikalar Konuşuyor-Dedektif X Bir- (2009); Son Devrin Din Mazlumları (2008), Benim Gözümde Menderes (2008), İdeolocya Örgüsü (2008); Kadir Mısıroğlu, Üstad Necip Fazıl’a Dair, Sebil Yayınları, 2011; Alaattin Karaca, Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi, Mektuplarla ve Belgelerle, Lotus Yayınları, 2009; Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 97, Ocak 2005; Mehmet Ali Kılıçbay, “Bir ‘Tarih Okuma Tarzı’ olarak Gericilik”, Doğu-Batı, Yıl:1, Mayıs, Haziran, Temmuz, 1998; Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, 2007, Emine Gürsoy Naskali, Örtülü Ödenek Davası, Yassıada Zabıtları–I, Kitabevi Yayınları, 2005, Emin Karaca, Türk Basınında Taner Timur, “Necip Fazıl Kısakürek, ‘İslam İnkılabı’ ve AKP”.

KAYNAKLAR:

http://www.habertire.com/necip-fazilin-gercek-yuzu-makale,428.html
https://tibbiyelihikmet.com/2017/05/25/necip-fazil-kisakurek-hakkindaki-gercekler/
http://ozcekim.com.tr/kategoriler/kultur-sanat/cilenin-sairi-necip-fazil-kisakurekin-bilinmeyen-yonleri/
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/necip-fazil-kisakurekin-oteki-portresi-1115579/
https://www.dunyabulteni.net/genel/necip-fazil-inanci-ugruna-defalarca-hapis-yatmisti-h323645.html

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir