Vatan Haini İskilipli Atıf Hoca

1876 tarihinde İskilip’in Tophane köyünde dünyaya geldi. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa’dır. Darülfünün’un İlâhiyat şubesine kaydolmuş, mezuniyetini takiben yine İstanbul’a dönmüştür.

II. Abdülhamit döneminde bazı suçlarından dolayı Bodrum’a sürülmüş, oradan gizlice Kırım’a kaçmış, Meşrutiyet ilanından bir hafta önce İstanbul’a dönmüştür. 1908 devrimine de karşı çıkmış, Mahmut Şevket Paşanın katledilmesi nedeniyle suçlanarak Sinop’a sürülmüştür.

Şubat 1919’da güya ulema ve müderrislerin haklarını korumak üzere “Müderrisler Cemiyeti”ni kurucuları arasında yer almıştır. Başkanlığını Mustafa Sabrı Efendi, ikinci başkanlığında Atıf Hoca’nın yaptığı cemiyet, Aralık 1919’da “Teali İslam Cemiyeti” adını almıştır.

Bundan sonra Atıf Hoca Teali İslam cemiyetinin başkanı, Mustafa Sabri Efendi ise ikinci başkan olmuştur. Bu cemiyet açıktan açığa İngiliz yanlısı, Kuvayi Milliye Düşmanı bir cemiyettir. Aynı zamanda din istismarcısıdır.

Bu cemiyet “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” paralelinde, ona bağlı bir kuruluş gibi faaliyet göstermiştir. İttihatçı ve Müdafaa-i Hukukçuların düşmanıdır. Ayrıca, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile yakından ilişki içindedir. İngiliz Muhipler Cemiyetinin “fahri başkanı” Mustafa Sabri Efendi, Teali İslam Cemiyetinin ikinci başkanıdır.

İngiliz Muhipleri Cemiyetinin kurucusu resmiyette Sait Molla gözükse de, aslında bu faaliyetin baş mimarı İngiliz Gizli Servisinden Papaz Frew’dir. Cemiyet, Kurtuluş Savaşına karşı kayıtsız şartsız İngiliz taraftarlığını savunmuştur. Cemiyetin kurucusu Sait Molla, Papaz Frew’e gönderdiği mektupta Mustafa Sabri Efendi ile anlaştığını bildirmiştir.

İskilipli Atıf Hocanın başkanlığını yaptığı Teali İslam cemiyeti, Milli Mücadele karşıtı faaliyetlerine, karşı propaganda yapmak üzere bir çok adamını kılık değiştirerek Anadolu’ya göndermekle başlamıştır.

Bu zararlı faaliyetleri İngiliz Muhipleri Cemiyeti tarafından da desteklenmiştir. Albay Şefik Aker, cemiyetten “fesat cemiyeti” şeklinde bahsetmiş ve Anzavur Ayaklanmasının bu cemiyetin işi olduğunu vurgulamıştır. Prof. Şerafettin Turan, cemiyetin “İngiliz destekli olduğunu ve Kuvvay-i Milliyeye karşı cihad ilan ettiğini” belirtmiştir.

1920 yılının başlarına gelindiğinde, Milli mücadelenin her geçen gün kuvvetlenmesinden oldukça rahatsızlık duyan Padişah Vahdettin, 5 Nisan 1920 tarihli Hattı Hümayun ile Damat Ferit Paşayı Sadrazamlığa, Dürrizade Abdullah Efendi’yide Şeyhülislamlığa getirmiştir.

Vahdettin Hattı Hümayunda Kuvayı Milliye Hareketini bir isyan hareketi olarak belirtmiş, ülkede siyasi havanın yavaş yavaş düzelmeye başladığı sırada milliyet adı altında yapılan karışıklıklarla tekrar tehlikeli bir hal almaya başladığına dikkat çekmiştir.

Bu karışıklıkların devam etmesi halinde ülkenin daha tehlikeli bir hale sürükleneceğini söyleyen Vahdettin; halkı milli mücadeleye teşvik eden kişiler hakkında gerekli kanuni işlemin yapılmasını, Halkın Padişah ve Halifeye olan sarsılmaz bağlılığının daha da güçlendirilmesini ve İtilaf Devletleriyle olan samimi ilişkilerin kuvvetlendirilmesini Hükümetten istemiştir.

Padişahın bu talepleri doğrultusunda ilk olarak Müderrisler Cemiyeti tarafından Kuvayi Milliyecilere “kudurmuş haydutlar, adi eşkıyalar” denilmiş, padişahın himayesi altında toplanalım çağrısı yapan bildiri yayınlanmıştır. BU BİLDİRİNİN ALTINDA İSKİLİPLİ ATIF HOCANIN DA İMZASI VARDIR.

Daha sonra Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi tarafından milli mücadeleye katılanların katlinin vacip olduğunu belirten ve birbirini tamamlayan beş fetva yayınlanmıştır.

Bunlar Padişahın emri olmaksızın asker toplamakta, görünüşte askeri beslemek ve donatmak bahaneleriyle, gerçekte ise mal toplamak sevdasıyla şeriata uymayan ve kanunlara aykırı olarak haksız ödeme ve vergiler koymakta ve çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarını zorla almakta ve yağmalamaktadırlar.

Fetvaya göre milli mücadele taraftarları hükümet merkezini tek başına bırakarak, halifeliğin yüceliğini zedeletmek ve zayıflatmak suretiyle Halifeye ihanet etmektedirler. Yine bunlar Padişah’a da itaatsizlik etmekte, devletin düzenini ve asayişini bozmak için uydurma ve yalan haberler yayarak halkı fitneye sevk ederek ortalığı karıştırmaktadırlar.

Fetvanın son kısmında ise bu asiler için, “haklarında çıkan Yüce Buyruk’tan sonra, inatla hala kötülükler yapmaya devam ederlerse, bunların işledikleri kötülüklerden ülkeyi temizlemek, halka bunların şer ve kötülüklerinden kurtarmak dini yönden gereklidir” denilmektedir.

Birinci fetvanın hüküm kısmında, Yukarıda suç ve kötülükleri anlatılan bu asilerin ÖLDÜRÜLMELERİNİN DİNEN MEŞRU VE FARZ OLDUĞU belirtilmektedir.

İkinci fetvada ülkede savaşmaya kudreti bulunan bütün Müslümanların halife ve Padişah’ın etrafında toplanmalarının dinen bir zorunluluk olduğu vurgulanmıştır.

Üçüncü fetvada Halife Mehmet Vahdettin tarafından görevlendirilen askerlerin, adı geçen isyancılara yani Kuvayı Milliye’ye karşı savaşmazlarsa ve mücadeleden kaçınırlarsa veya kaçarlarsa büyük suç işlemiş olacakları belirtilmektedir.

Dördüncü fetvada Kuvayı Milliye ile savaşmak için görevlendirilmiş askerlerin, asileri öldürdükleri takdirde gazi olacakları ve eğer asiler tarafından öldürülürlerse ŞEHİTLİK MERTEBESİNE YÜKSELECEKLERİ açıklanmaktadır.

Beşinci fetvada ise Kuvayı Milliyecilerle mücadele etmek ve savaşmak için verilen Yüce emirlere uymayan Müslümanların günahkar ve suçlu sayılacakları ve şeriat yargılarına göre cezalandırılacaklarını ilan edilmektedir.

Dürrizade Abdullah Efendinin yayınladığı ve İngiliz ve Yunan uçakları ile Anadolu’nun her yerine dağıtılan bu bildirinin hazırlayıcısı İskilipli Atıf Hocanın yol arkadaşı, yiyip içtiklerinin ayrı gitmediği, bir önceki şeyhülislam Mustafa Sabri Efendiden başkası değildir.

Teali İslam Cemiyetinin ilk bildirisi ise Ağustos 1920 de yayınlanmış, Mustafa Kemal ve arkadaşları için “Utanmaz hainler, artık yakamızı bırakın, Cenabı-ı Hakk’ın gazabı üzerinize olsun” ifadeleri kullanılmıştır. Bildiriye göre Kuvvay-i Milliyeciler İngilizleri kızdırıp üzerimize Yunanlıları musallat etmişlerdir.

Mondros Mütarekesinin ağır şartlarını görmezden gelerek, bu antlaşmadan “barış imzalandı” diye bahseden Teali İslam cemiyetine göre, savaşta yenildikten sonra uslu oturup yenilginin sonucuna katlanmak ve sabretmekten başka çare yoktur.

Cemiyet tarafından bu fikirlerle yazılan ve “MUSTAFA KEMAL VE ARKADAŞLARININ ASİ VE KATİL OLDUKLARI, KATLEDİLMELERİNİN FARZ OLDUĞU, BUNLARI KATLEDENLERİN CENNETE GİRECEĞİ, BUNLARLA SAVAŞIRKEN ÖLDÜRÜLENLERİN ŞEHİD OLACAĞI” konulu bildiriler İNGİLİZ VE YUNAN UÇAKLARI TARAFINDAN ATILMAK SURETİ İLE ÇEŞİTLİ YERLERE DAĞITILMIŞTIR.

İskilipli Atıf Hoca bunların yanı sıra, milli mücadele karşıtı ve İngiliz yanlısı Alemdar Gazetesinde yazılar yazmaktadır. Alemdar gazetesi “İslam kilidinin anahtarını, İngiltere’nin güvenilir eline teslim etmekte, İslam âlemi için hiçbir tehlike yoktur” yazısını yazacak kadar ihanet içindedir.

Şapka Meselesinin tarihine gelince; Osmanlı’nın en reformcu padişahı II. Mahmud, sosyal ve kültürel alanda da epeyce yenilik yapmış, onun döneminde kurulan “ “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” isimli ordunun kıyafeti, Batı tarzında ceket, pantolon, fes ve potin olarak düzenlenmiştir.

Batı tarzında ceket, pantolon, fes ve potin olarak düzenlenmiştir. Dönem içerisinde kavuk taşıma zorunluluğunun kaldırılması, tamamen vücuda oturan bir ceket, topuklara kadar inen geniş bir pantolon ve potin giyilmesi ve başlık olarak fesin kabul edilmesi, başta Şeyhülislam ve ulema tarafından hoş karşılanmamıştır.

Dönemin alim diye bilinen bazı zatlar, bu yeniliği islama aykırı bulmuş ve II. Mahmud’u “Gavur Padişah” olarak adlandırmışlardır. 1903 yılında II. Abdülhamit askere fes yerine kalpak giydirmek istemiş, daha önce fesi dine aykırı bulanlar, bu sefer de kalpağa karşı çıkıp fesi savunmuşlardır.

Abdullah Cevdet başta olmak üzere Batıcılık akımının temsilcileri, toplumun gelişmesi ve içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtulması için savundukları fikirlerini “İçtihat” isimli yayın organında dile getirmişlerdir.

Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu, kadınların tıp tahsili yapmalarını ve adâb-ı muaşeret kuralları çerçevesinde dilediği gibi giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini, sarık ve cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini savunmuşlardı.

Cumhuriyetle birlikte şapka kanununa en büyük tepkiyi İskilipli Atıf göstermiştir. Şapka Kanunu çıkmadan evvel kaleme aldığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risalede şapkanın küfür (dini esasları inkar etmek) alâmeti olduğu ve giyilmesinin İslamiyet açısından sakıncalı olduğunu ileri sürmüştür.

Aynı dönemde Süleyman Nazif, İskilipli Atıf Hocanın risalesini eleştiren ve “Bir Hoca efendiye Cevap” isimli iki makaleden oluşan yazıyı kaleme almış, onun için “Dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden gibi” ifadeler kullanmıştır.

Şapka Kanunu çıktıktan sonra, Rize, Giresun, Maraş, Sivas gibi yerlerde şapka karşıtı olaylar çıkmış; isyancılar jandarmayı esir alma, yağma gibi faaliyetler de bulunmuşlardır. İsyanlarda İskilipli Atıf Hocanın kitapçığının etkili olduğu belirlenmiştir.

İsyancılar sorgulandıklarında İskilipli Atıf Hoca’nın “şeriatın şapka giymeye müsaade etmediğini” söylediğini ifade etmişlerdir. Bunun üzerinde İskilipli Atıf Hoca Giresun İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır.

Mahkeme sonunda “kitapçıkların toplatılmasına ve dağıtılmasının yasaklanmasına” karar verilirken İSKİLİPLİ ATIF HOCA SERBEST BIRAKILMIŞTIR. Yargılamada kendisine kitapçığın yasaklandığı tebliğ edilmiştir.

Daha sonra yine şapka kanunu nedeniyle isyanlar çıkmış, isyan çıkan bölgelerde yine İskilipli Atıf Hocanın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitapçığına rast gelinmiştir. İskilipli Atıf Hoca bu defa Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmaya başlanmıştır. Mahkeme de çeşitli yerlere çok sayıda kitapçık gönderdiğini itiraf etmiştir.

İskilipli Atıf Hoca bu mahkemede iki ayrı suçtan yargılanmıştır. Birincisi adlı “Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitapçığın isyanlara teşvik ve tahrik aracı olduğu”, ikincisi de “KURTULUŞ SAVAŞI SIRASINDA YUNAN UÇAKLARI İLE ATILAN, HALK VE ORDUYU MİLLİ MÜCADELEYE KARŞI KIŞKIRTAN BİLDİRİLERDEN SORUMLU OLDUĞU”dur.

İskilipli Atıf Hoca, “HALKI İSYAN VE İRTİCAYA TEŞVİK VE KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA BAŞKANLIĞINI YAPTIĞI TEALİ İSLAM CEMİYETİNİN BİLDİRİ VE BEYANNAMELERİNİ YUNAN UÇAKLARI İLE ANADOLU’YA ATTIRMASI SUÇLARINDAN DOLAYI VATANA İHANET GEREKÇESİ İLE” idam edilmiştir.

Bazı kesimler tarafından iddia edildiği gibi mahkeme hakimi “Şahitlerin sonra dinlenilmesine, İskilipli Atıf Hocanın İdamına!” da karar vermemiştir. İskilipli Atıf Hoca savunmasını yapmış, şahitler dinlenmiş, sonrasında idam kararı çıkmıştır.

Kılık kıyafet konusundaki reform hareketleri Osmanlı zamanında başlamış, ancak bu devletin ömrü yetmediği için cumhuriyet yıllarında tamamlanabilmiştir. Tamamlayıcısının Atatürk olması, bu reformların önceden tasarlanmadığı, doğrudan doğruya cumhuriyet rejimi tarafından ortaya atıldığı izlenimi uyandırmıştır.

İskilipli Atıf Hoca, Mondros Mütarekesinden sonraki işgal sırasındaki işbirlikçi din adamlarından olmuş, şapka inkılabı sonrasında çıkan olaylar sonucunda idama mahkum edilmiştir. İskilipli Atıf Hocanın asılma gerekçesi “Şapka Takmaması” değil vatana ihanettir.

İstiklal Mahkemeleri iddia edildiği gibi suçlu suçsuz herkesi asan, göstermelik mahkemeler değildir. Öyle ki, Atatürk’e suikast yapmak gibi ciddi bir suçla yargılanan Ali Osman Reis bile bunu ispatlayacak ciddi delil bulunmadığı için bu suçtan ceza almamıştır.

Belgelere dayalı gerçek şudur:

İskilipli Atıf 1924 yılında şapka, dolayısıyla Frenk Mukallitliği ve Şapka (Batı Taklitçiliği ve Şapka) isimli bir kitap yazmıştır. Daha şapka devrimi olmadan. Kitabında şapkanın taklitçilik olduğunu ve dine aykırı olduğunu müslümanların fesiyle, fesinin pükülüyle islamiyete bağlı oldukları gibi safsatalar yer almaktaydı. “Müslüman fesinin püskülüyle müslümandır” diyor.  Kasım 1925’de Şapka Kanunu kabul ediliyor. Aralık ayından itibaren de bazı kışkırtıcılar bu kanunu bahane ederek, Giresun’da, Rize’de, Antep’te, Maraş’ta, Konya’da bazı olaylar çıkarıyorlar. “Hükümet bizi dinsiz yapacak, şapka geldi din elden gitti, yakında Kuran’ı kaldırırlar” gibi saçma sapan iddialarla halkı kandıran bazı kışkırtıcılar var. Bunu nereden mi biliyoruz? Çünkü bu adamlar yakalanıyor. Mesela Rize’de şapkayı bahane ederek Rize halkını kışkırtarak isyan çıkaranlar yakalandığında onları kimse tanımıyor orada. Onların çoğunun, mahalle imamlarını filan ayaklandıranların başka yerlerden gelen insanlar olduğu ortaya çıkıyor. Bu kışkırtıcılık olayları artınca İstiklal Mahkemeleri harekete geçiyor. İstiklal Mahkemeleri geziciydi. Bu mahkemeler Maraş’a, Rize’ye isyan çıkarılan yerlere gidiyor ve olay yerinde durumu inceliyor.

İskilipli’nin Şapka Risalesi’nden yargılandığı mahkeme Giresun İstiklal Mahkemesi’dir ve bu yargılamanın tarihi 16-18 Aralık 1925’tir. Giresun’da yargılanıyor çünkü o önemde Giresun’daki ve Rize’deki isyancılardan İskilipli Atıf’ın Şapka Risaleleri de denilen Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabı çıkıyor.  Bunun üzerine Giresun İstiklal Mahkemesi bu kitabı yazan kişinin çağırılmasını istiyor. İskilipli Atıf’ı getiriyorlar ve “Bu kitabın isyancıların elinde ne işi var?” diye soruyorlar. İskilipli Atıf, “Benim haberim yok benim kitabımı almışlar, kullanmışlar. Ben bunu şapka devriminden önce yazmıştım” diyor. İskilipli, bu yargılama sonunda, Şapka Risalesi’nin, geçmiş bir tarihte yazıldığı ve binaenaleyh buna dayanılarak yeni kanun muvacehesinde suçlama yapılamayacağı gerekçesiyle,  özetle suç unsurunun bulunaması nedeniyle beraat ettirilmiş, sadece kitabının basılması ve dağıtılması yasaklanarak halkı isyana teşvik etmesi men edilmiştir. Atıf mahkeme heyetiyle aynı gemide İstanbul’a dönmüştür. Karısına yazdığı mektupta da anlatıyor bu durumu, “beni çağırdılar, sordular anlattım ve beraat ettim” diyor.

Ne var ki, hayatı bir yığın kanunsuzluk içinde, özellikle Millî Mücadele’ye karşı çıkışla geçmiş bu zâtın kitabının dağıtımı devam ettiğinden yeni suç unsuru oluşuyor. Şeyh Sait isyanının çıktığı dönemler, şapka dolayısıyla halkın kışkırtıldığı dönemler. İsyan çıkan yerlere bakıldığına bu kitabın oralara el altından dağıtıldığı görülüyor. Bu yüzden Atıf yeniden derdest edilip bu kez, Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiştir. Mahkemede kendisine iki soru sorulmuştur:

1. soru “Bu kitabı neden dağıtıyorsun? Rize’de isyan çıkaranların elinde bu kitap varmış, biz bu kitabı yasaklamıştık niye gönderdin? Malatya’da Demirci Mehmet ustaya bu kitapları niye gönderdin? Bunlar yasaktı, adamlar isyanları körüklemişler.”  Mahkemelerin elindeki deliller çok net ve açık, tarihleri ile makbuzlarıyla belgeli. Bunun üzerine kitapçılar çağrılıyor, bu kitapları basanlar çağrılıyor. İskilipli’nin kendisine yasak konulmasına rağmen kitapların dağıtımını sürdürdüğü anlaşılıyor.

2. soru“Kurtuluş Savaşı’nda Teali İslam Cemiyeti’nin bildirisinin altına imza attın mı?”. Böylece bu kez eski defterler de açılıyor. Cumhuriyeti kuranlar, Şeyh Sait isyanından sonra artık daha dikkatliler. Çünkü o ayaklanma dini kullanarak Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin olduğunu çok net olarak göstermiştir. Ve arkasında emperyalizm desteği var. İngiltere var, başkaları var. Bu nedenle TBMM’de 25 Şubat 1925’te kabul edilen “Dini ve Dinin Kutsal kavramlarını Siyasete Alet Edenler Hakkında Kanun”a göre dini kullanıp halkı kışkırtanların “vatan haini” sayılacakları belirtilmiştir. Onun için Cumhuriyet Kurtulus Savaşı yıllarında ihaneti görülmüş fakat sonradan affedilmiş kişilerle ilgili defterleri Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra yeniden açılmıştır. Ve bu defterler açılınca İskilipli Atıf’ın sicili yani Mustafa Sabri’yle birlikte Kurtuluş Savaşı yıllarında yediği naneler ortaya çıkmıştır. İskilipli Atıf bildiriyi imzalasa da aslında karşı olduğunu, bunu da gazete ilanıyla duyurduğunu söylüyor ama Atatürk ve silah arkadaşlarını öldürmenin caiz olduğunu yazan o bildiri çoktan yayılmış durumda. 

Ankara’da yargılanması 1926 yılı Ocak ayında başlamış Ankara İstiklal Mahkemesi tutanaklarına göre İskilipli Atıf’a yukarıda açıklanan iki suçlama yapılmış ve Şubat ayı başlarında suçu sabit görülerek Ceza Kanunu’nun 55. maddesine uygun şekilde mahkûm edilmiştir.

İdam hükmü, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-i Esasiye Kanunu’nu tamamen veya kısmen tağyir gerekçesiyle verilmiştir. İskilipli,  Yunan işgaline karşı direnilmemesi için çalışmalar yaptığını kesin olarak belgelenen Babaeski müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte 4 Şubat günü Ankara’da Meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı’nda asılmıştır.

Bu iki idam dışında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan diğer hocalar ya beraat etmiş ya da hafif cezalar almıştır. Ömer Rıza (Doğrul), Tahirül Mevlevi, Elmalılı Hamdi (Yazır), Ahmet Hamdi (Akseki) gibi hocalar da yargılanmış ama suçsuz oldukları için beraat etmişlerdir.

Uzun lafın kısası, söz konusu isyanlar çıkmamış olsaydı ne kadar şapka devrimine karşı çıkmış ve bu konuda kitap yazmış olsa da İskilipli Atıf yargılanıp idam edilmeyecekti.

BUNLAR HANGİ DİNİN ADAMLARI?

Aynı kararla aynı gün idam edilen Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile Âtıf Hoca’nın Millî Mücadele’de batı Anadolu’yu işgal etmiş olan Yunan ordusuna direnilmemesi için faali-yet gösterdikleri mahkemece belgelenmiştir. Müftü Ali Rıza’nın, Yunan işgaline karşı çıkanları şikâyet ederek cezalandırdığı da belgelenmiştir. Bu müftü, Millî Mücadele devam ederken vatana ihanet suçundan on yıl ceza yemiş, fakat genel aftan yararlanarak kurtulmuştu. Hoca Âtıf ise başında bulunduğu Teâlî-i İslam Cemiyeti’nin (ada bakın!) imkânlarını kullanarak İngiliz ve Yunan işgallerine karşı çıkılmaması için çalışmış, bu yolda hazırlattığı beyannameleri Türk köylerine dağıtmıştır. Mahkeme bunların tümünü belgelemiş ve hükmünü buna göre vermiştir.

Adamın, ‘Şapka Risalesi’ dışında suçları varsa ve bunlardan mahkûm olmuşsa, mahkeme ne yapsın! Ve Şapka Risalesi ne yapsın!

Kurtuluş Savaşı’nın öncüleri Müdafaai Hukuk kadrosu, Millî Mücadele’ye değil ihaneti, en küçük bir yamukluğu bile affetmemiştir. Bu konuda en küçük ihtimalleri bile takip sebebi saymışlardır. Çünkü en büyük acıyı onlara çektiren, kutsal mücadelelerine ihanet eden adamlardı. Onların sık sık kullandıkları tabirle ‘namussuzlardı.’ Millî Mücadele aleyhine ve İngilizler lehine çalışan İskilipli Âtıf Hoca’nın hıyaneti de affedilmemiştir.

Düşünülsün ki, Elmalılı Hamdi (ölümü 1942) gibi bir zât, 1. ve 2. Damat Ferit Paşa hükûmetlerinde Evkaf Nâzırlığı’nı kabul ettiği için bu hain Damat’ın Millî Mücadele aleyhine verdiği kararlardan sorumlu tutulup idama mahkûm edilmiştir. Ancak Ankara İstiklal Mahkemesi, bu bilge insanın o hıyanet icraatından sorumlu tutulamayacağına karar verip beraatini sağlamıştır. Ve bir süre sonra, Meclis ve Atatürk, Cumhuriyet’in din bahsinde en büyük hamlesi olan Kur’an’ın tercüme ve tefsiri işini bu üstat zâta havale etmiş ve bugün kitaplıklara konulan Elmalılı Tefsiri vücut bulmuştur.

Elmalılı üstat, idamına hükmedilecek kadar hırpalandığı halde bunu bir kin meselesi yapmamış, TBMM’nin tevdi ettiği tefsir görevini kemali itina ile yerine getirip eserini tarihe ve millete bırakmıştır.

Bir başka önemli örnek daha var: Ahmet Hamdi Akseki. Millî Mücadele’nin ve Cumhuriyet dönemi din hizmetlerinin öne çıkmış isimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Akseki (ölümü 1951), 1920’de kurulan ve Millî Mücadele’ye hıyaneti sabit olan Tarikat-i Salahiye Cemiyeti’ne bir zamanlar üye olduğu için 1925’te tutuklanıp Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, ama 11 idam kararının çıktığı bu davadan beraat etmiştir.

Akseki, Millî Mücadele için Anadolu’ya ilk geçenlerdendir. Müdafaai Hukuk zihniyet ve mücadelesinin sembol isimlerinden biri olan ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’nin isteğiyle Diyanet İşleri Müşavere Heyeti üyeliğine getirildi. Börekçi, onu, 1939 yılında kendisinin tek yardımcısı olarak atadı ve o tarihten itibaren Diyanet İşleri’ni o yönetti. Elmalılı üstadın anıt tefsirinin Diyanet tarafından basımını organize eden de o dur. Daha sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı resmen üstlenmiştir.

Millî Mücadele’ye ‘toz kondurmak’ ihtimali belirdiği anda böyle bir zâta bile acınmamıştır. Elbette ki, yargılama sonunda akla kara ayrılmış, Akseki beraat etmiş, hainler idam sehpasına gönderilmiştir. Ama baştan ve peşinen af yoktur.

Akseki, aynen Elmalılı üstat örneğinde gördüğümüz gibi, çektiği zahmetlerin hangi kaygıların ürünü olduğunu vicdanında değerlendirmiş, Müdafaai Hukuk kadrosuna asla kızmamış, sitem etmemiş; tam aksine, hizmetlerine bütün hızıyla devam etmiş ama eleştirilerini de en etkili biçimde yapmıştır. Vatanperver-namuslu adam işte böyle olur.

Saltanat dincilerinin, zaman zaman istismara kalktıkları ve bir tür ‘kendileri gibi düşünen mollalardan biri’ gösterme oyununa girdikleri Akseki, gelenekçi yanı ağır basmakla birlikte, dincilerin gösterdikleri gibi değildir. Zaman içinde, müçtehit fakîh Seyit Bey çizgisine yaklaşmıştır. Düşünülsün ki, bu insan, ölümünden kısa bir süre önce kendisini ziyaret eden ve o zamanlar genç bir asistan olan Prof. Dr. Tahsin Yazıcı’ya, İslam ve Müslümanlarla ilgili sohbetleri sırasında şu tarihi sözü söyleyebilmiştir:
Oğlum, Avrupa’nın kurtuluşu için bir Luther yeterli oldu ama bizim kurtuluşumuz için bir Luther yetmez. Bize birkaç Luther lazım.”

Demek oluyor ki, Müdafaai Hukuk kadrosu, değil İskilipli gibi daha baştan beri hıyanet şaibesi taşıyan bir adamı, Elmalılı gibi temiz ve nezih bir allâmeyi, Akseki gibi bir ilim ve irfan adamını bile, Millî Mücadele karşısında ‘Acaba?’ türünden bir ihtimal ile hesaba çekmiştir. Çünkü o kadro, hıyanet ve ihanetten çok büyük acılar çekti. İskilipli gibi, hıyaneti ve dışarı hesabına çalıştığı belgelenmiş bir adamı neden rahat bırakacaktı? Millî Mücadele’den rahatsız olanlar keyiflensin diye mi?!

DİYANET ANSİKLOPEDİSİ’NİN ÇELİŞKİSİ

İskilipli’nin idam gerekçesi ‘Millî Mücadeye’ye ve devlete ihanet’ iken ve bu gerçek İstiklal Mahkemeleri zabıtlarında kayıtlı iken, hâlâ bir ‘Şapka Risalesi’ yalanı dolandırılıyor. Türkiye Diyanet Vakfı gibi önemli bir kurumun yayınladığı Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde bile, yaygaralar etkili olmuş ve anılan ansiklopedinin İstiklal Mahkemeleri maddesinde Âtıf Hoca’nın ‘Şapka Risalesi’ yüzünden idam edildiği iddia edilmiştir. Bundan daha şaşırtıcı olanı şudur: Anılan ansiklopedinin anılan maddesinde böyle denirken, İskilipli Âtıf maddesinde bu zâtın ‘Şapka Risalesi’ davasından beraat ettiği, sonradan başka bir davadan mahkûm olduğu yazılmaktadır. Yani Diyanet Ansiklopedisi’nde çelişki ile yanlış iç içedir. Çok üzücü bir durumdur bu.

Millî Mücadele’ye hıyanet suçundan idam edilen İskilipli Âtıf Hoca, tıpkı fikirdaşı Mustafa Sabri gibi, dinin buyruklarını, Kur’an ayetlerini, fıkıh ve tefsir kurallarını çiğneyerek kendi istediği yere çekmeye tutkun, ilim edep ve erkânı bakımından son derece pervasız, mütecaviz bir adam görünüyor. Yeri geldiğinde din adına açıkça yalan söyleyebiliyor. Yazdığı her satırda, İslam’ın belirgin vasfı olan kolaylık ve hoşgörüye kini ve düşmanlığı âşikâr. 

Tahirulmevlevî’nin yayınladığı ünlü Mahfil Dergisi’ne yazdığı bir başmakalede (bk. Mahfil, cilt: 3, sayı: 29, Rebiulevvel 1341), İslam’da kadın-erkek münasebetlerini inceliyor. Bir kere, kadınları eve kapatmaya, erkeklerle görüştürmemeye, kadını evin âzât kabul etmez kölesi yapmaya kararlı. Bütün ayetleri, bütün dinî kavramları, o esas aldığı noktaya getirmek için akıl almaz cambazlıklar yapıyor, tefsir ve fıkıh adına sürekli yalan söylüyor. 

Andığımız yazısında, Ahzâb suresinin, Hz. Peygamber’in eşlerinin özel durumunu düzenleyen ve onların diğer Müslüman kadınlardan farklı olmaları gerektiğini açıkça beyan eden (yani koyduğu hükmün mukayyed bir hüküm olduğunu bildiren) 33 ve 35. ayetlerini, evirip çevirerek bütün Müslüman kadınlara teşmil ediyor ve genel kanaatin tam aksine, Müslüman kadınların ‘zarûret’ olmadıkça evden çıkmamaları gerektiği hükmüne varıyor. 

İlim ve din adına, tabir caizse tam bir facia olan bu yazıdan birkaç satırı kısmen sadeleştirerek buraya almak istiyoruz.

“Beyan olunan Kur’an ayetleri, zâhiren Peygamber’in temiz eşlerine tahsis olunmakta ise de, ya onlara tebean veyahut özel hükmü zikredip geneli kastetmek türünden mecaz olarak, hükmü sair Müslüman kadınlarına da şamildir; genellenir. Binaenaleyh, diyanet-i İslamiyeyi kabul eden her kadın anılan nasların hükmü altına girmektedir.”

Fıkıh ve tefsirin oturmuş kuralları ve anılan ayetler konusundaki ortak kabule tamamen aykırı bir saptırma. 

KAFAYI ŞEHVETLE BOZMUŞ

Bu zât, anılan yazısında, birbirine ebediyyen mahrem olanların bile vücutlarının kol, bacak, diz, yüz gibi kısımlarına bakmalarını, ‘şehvet yoksa’ kaydına bağlamak gibi ruh sağlığı açısından tehlikeli sayılacak bir saplantıyı öne çıkarıyor. Bu hastalıklı mantığa göre, siz, mesela, annenizin veya kızınızın bacağına, hatta yüzüne, saçına bakabilmek için bunun ‘şehvet dışında’ olduğunu tespit etmeniz, sağlamanız gerekir. Şehvetin karışması ‘muhtemel’ bile olsa onların vücudunun her hangi bir yerine, yüzlerine bile bakamazsınız.

Bu şehvet dışılık nasıl sağlanacak ve nasıl ispatlanacaktır? Böyle bir şeyin telaffuzu bile bir insanlık suçudur. Müslümanları böyle bir ‘şart’ın zebunu yapmak, onları dünyanın önünde ‘mahremlerine bile kötü niyetle bakan sapıklar’ durumuna düşürmez mi?

Molla Âtıf, anılan yazısında, mahremlere bakmanın ‘şartları’na ilişkin şu satırları yazıyor:

“Şehvete vesile olacağı muhakkak veya muhtemel bulunursa mahremlere dokunmak, onlara bakmak şer’an haramdır. Zira şehvet kaynaklı dokunuş ve bakış zinadır. Bunun mahremler arasında vukuu ise daha kötüdür.”

Şu halde, din-i celil-i İslam’ı kabul ve ona iman etmiş olan genç kadınların, aralarında nikâh caiz olan erkekler ile han, otel, apartman, mektep, dershane, hükûmet daireleri, bağ, bahçe mesire, çarşı ve pazar gibi mahallerde zorunluluk olmadıkça (zorunluluk nedir? Mollamız onu asla tanımlamıyor) birlikte olmaları şer’an haram ve yasaktır.”

Engizisyon mollaları, bu ‘zarûret’ tabirini, hüküm verirken bir ‘yumuşatıcı ve kandırıcı’ olarak kullanırlar ama iş hayata intikal ettiğinde, bu zorunluluğun doğmasına izin verildiğini asla göremezsiniz.

Engizisyon mollalarının İslam’a yamattıkları bu şartlar, iki şekilde doğabilir: Kadının evden çıkmaması, ki, engizisyon sapıklığının esas hedefi budur; kadının ölmesi. Bu iki ‘şart’ın dışında bu musallat mantığın söylediklerini hayata geçirmenin imkân ve ihtimali yoktur. 

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir